21 Kasım 2010 Pazar

"Ben Güzel miyim?" Sorunsalı

Son zamanlarda illet olduğum bir soru var. "Ben güzel miyim/yakışıklı mıyım?" Kardeşim kimse sormasın bana bu soruyu. Zorlanıyorum yalan söylerken. Elimde değil, çok çalışmama rağmen iyi bir oyuncu olamadım hala.
"Yakışıklı da değilim, bu kızlar ne buluyor bende anlamıyorum" diyen erkek bağıra bağıra, yalvaran gözlerle "Ne olur bana yakışıklı de" diyor aslında. "Canım benim, gel kucağıma herkes yakışıklı olmak zorunda değil ki, sende de şeytan tüyü var oan şükretmeyi öğren" diyesim geliyor. Ya da ne bileyim "karizmaksin, sempatiksin, sevimlisin, zekisin, ahlaklısın, çeviksin" gibi alternatifler de gelmiyor değil aklıma. Erkeklere üzülmüyorum da söz konusu kadınlar olduğunda durum daha hüzünlü oluyor. Güzelsin diye yalan söylemekle güzel bulmuyorum deyip ruhlarında tedavisi zor yaralar açmak arasında ciddi bir paradoks yaşıyorum. Duymazlıktan gelmek de bir seçenek olabiliyor zaman zaman. Lakin bazı ablalarım o kadar ısrarcı ki dayanamayıp yalana sığınıyorum ruhlarını iyi etmek için. Kalıbımı basarım yemiyorlardır. O yüzden gözünüzü seveyim sormayın bana o lanetli soruyu.

20 Kasım 2010 Cumartesi

İnsafsız Adam: Babam

Baba, sana baba demek bile zor geliyor bugün bana. Sen nasıl benim babam olursun, bu nasıl bir kabus, nasıl bir travma. Sen var ya filmlerdeki kötü baba karakterlerinden bile daha betersin. Hatta  Osman ve Mete (bknz:Öyle Bir Geçer Zaman Ki) bizim yanımızda kral kalır.  Topu topu iki tanecik çocuğun var, nur topları yanlarında sönük kalır. Kardeşim de ben de kendi çapımızda -çok kurcalamazsan- hayırlı bile sayılabiliriz. Mesela sana hiç yalan söylemedik. Tamam bazı gerçekleri anlatmamış olabiliriz ama hep sen demez misim “her doğru her yerde söylenmez”, “laf taşıyacağına taş taşı”, “söz gümüşse sükut altındır”, “bilmiyorsan sus adam sansınlar”… Sigara içtiğimi on senedir gizliyor da olabilirim . Ama bu da sizi üzmemek için zaten. Biliyorsun annem zararlı alışkanlıklar konusunda ortaçağdan günümüze fırlatılmış gibi. Maazallah öğrenirse içimdeki şeytanı çıkarmak için her an üfürükçüler eşliğinde gerçekleşecek bir ayin organizasyonu yapabilir. Konuya dönelim ben senin biricik bebeğin seni üzmemek için yuvandan uçmaya bile kalkışmıyorum ama senin yaptığına bak. Ne vardı sanki o şişenin tamamını bitirecek. İnsafsız adam insan evladını düşünür, ölür müydün sanki o rakıdan biraz bıraksaydın şişenin dibinde.

Boktan Ruh Hali

Bugün yine ruh hali yeni yapılmış, üstünde dumanı tüten bok kıvamında. Bazen de bu durumun tanımı önüne geçen herkes tarafından sikilmişlik hali olarak da değişebiliyor. Gözaltları morarmıştır yıllardır uykusuz gibi, surat bembeyazdır, bakışlar boşalmıştır, saç baş darmadağınıktır. Zaman zaman olur bu hal bende, bilirim geçicidir ertesi güne bir şey kalmaz ama bu defa uzadı biraz. Her fırsatta hayatın amına koyan beni bu hale getiren ne? Çok iyi biliyorum bunun ne olduğunu, kendime kısık sesle söylüyorum da ama öyle kısık ki sesim duyamıyorum. Tamam, itiraf ediyorum anlamazlıktan geliyorum. Ne yapayım çok koydu, çok pis zoruma gitti. Egom yerle bir bile değil, yerin altına girdi. İntikam almak hiç bana göre olmamasına rağmen intikam peşine düştüm. Bu intikam alma hevesim iki üç güne geçmezse arkadaşa yapacam bir güzellik. Kesin elime yüzüme bulaştırırım ama deneyeceğim bakalım. Belki beceririm, buz etkisi yapar da şu sikilmiş sıpa modundan çıkıp normal bir insana dönüşürüm.

Cennetim

Evden ayrılalı iki ay olmasına rağmen dönüşte karşılaşılan manzara çarpıcı şekilde farklı. Ağustos sonunda yeşilin hâkim olduğu dağları şimdi güz mevsimi işgal etmiş. Sonbaharım tüm renklerini görmek mümkün; yeşilin, sarının kahvenin tonları birbirleriyle müthiş bir uyum içerisinde. Manzaranın güzelliği karşısında büyülenmek yerine hüzünleniyorum ben. Sonbaharlarda kaybettiklerim koca birer toz olup gözlerime doluşuyor. Sanki sonbahar burada dünyadaki herhangi bir yerden daha hüzünlü geçiyor. Aklıma gelmişken söylemeden geçemeyeceğim; diktiğim ceviz ağacı da epey büyümüş seneye verir sanırım ilk meyvesini. Bu mevsimin verdiği burukluğa rağmen burası benim dünya üzerindeki cennetim. Gelip görseniz hiçbir halt yok bildiğiniz dağ taş toprak. Şöyle baktığınızda görecekleriniz engebeli araziler dağlar tepeler yer yer tarlalar, yer yer meşe ormanı veya çam ormanı. Fakat dedim ya benim cennetim burası. Hayatımın en mutlu günleri burada geçti ve hala ben burada en mutluyum. Kendimi daha temiz günahsız hissettiğim başka bir yer daha yok. Yağmurunda ıslandıkça, toprağına ayaklarımı bastıkça, rüzgârına yüzümü çarptıkça çocukluğuma gidip arınıyorum.

GÜL’tenim

            Bugün en küçük halamın ölümünün üzerinden tam bir yıl on yedi gün geçmiş oldu. Eniştem mezarlığa ziyaretine gidiyordu, yanına aldığı toprağa gömülü gül ağacı dikkatimi çekti. Belli ki kaybettiği eşinin mezarına dikmek için almıştı onu. Acaba dedim kendi kendime ona hayattayken hiç gül ya da herhangi bir çiçek almış mıydı? Nedense hiç ihtimal vermedim. Zor bir hayatı olmuştu Gül’tenin. 51 yıllık yaşamının son aylarına kadar çalışmıştı her emekçi Anadolu kadını gibi ve hak edememişti adında doğduğundan beri taşıdığı Gül’den. Gerçi o isim de o doğmadan önce henüz altı yaşındayken kardeşleriyle oynarken yanarak ölen ablasından mirastı ona. Neyse sonunda Gül’tenim bir gülü hak etmişti hem de bir dal değil koca bir gül ağacını. Nasıl olmuştu bu? O amansız hastalık onu sevdiklerinden zorla kopardığından mı artık hakkıydı koca bir gül ağacı yoksa geç kalmış bir itiraf bir ilan-ı aşk mıydı?
            Neden sevdiğimiz insanlara vefamızı, sevgimizi, aşkımızı, dostluğumuzu göstermekte bu denli geç kalıyoruz? Ben yarın ilk iş hatta şimdi sevdiğim herkese onları ne kadar sevdiğimi yazacağım. Siz de durmayın bir şeyler yapın. Hiç olmazsa benim yaptığım gibi sevdiğinizi söyleyin geç kalmadan. Yarın belki hiç olmayacak. Ya da belki yarın onlar olmayacak.

Aşkın İlk Hali

Seni ilk görüşüm 1995 senesinin Ocak ayına rastlar. Hala belleğimde capcanlı duruyor. Simsiyah saçlarının savruluşu, ışıl ışıl siyah gözlerin, umarsız dimdik başın, herkesi kıskandıran dudakların, çenendeki benin, hepsi aklımda. Adını bile bilmiyordum. Çocuktum ve bir o kadar büyük bir aşık. Seni görmemeye tahammülüm yoktu. Her gün seni göreceğimi düşünerek büyük bir mutlulukla giderdim okula, belki de senin sayende daha da çok sevdim okulu. Karşılaştığımızda elim ayağım birbirine dolanır, dizlerim bağı çözülüverir, kalbimse sığmaz olurdu göğüs kafesime. Yıllar geçti böyle… Umut kırıntısı bile olmaksızın. Oysa inanıyordum yeterince çok sevdiğim ve sabırla beklediğim takdirde senin sevgimi karşılıksız bırakmayacağına. Çocuktum işte masallara inanan, ne bekliyordun ki. Bu yanılgıyla tam yedi yıl geçti. Üniversiteye başlamıştım, çocukluğu ve seni bir kenara bırakıp başkalarına aşık olmayı denedim oldum da. Yine de bırakmadım seni merak edip tanıdıklardan haberini almayı. Bir gün evlendiğini söylediler. Üzüldüm sadece, sadece üzüldüm, o kadarcıktı. Yıkmadı, hatta sarsmadı bile bu haber. Ee zamanı gelmişti artık deyiverdim. Birkaç yıl sonra da bebeğinle fotoğrafını gördüm. Kızın olmuştu. Gözlerindeki mutluluk beni bile mutlu etmeye yetecek kadar güçlüydü. Ben de üzerime düşeni yapıp mutlu oldum. Şimdi hiçbir şey hissetmiyorum sana desem yalancı olurum; aşk değil belki ama henüz isim buladığım başka bir şey bu. Sen hala kapanmayan yarasın içimde kimselerin görmediği ve kayıtlarda adın “ilk aşk” olarak geçiyor.